22 Ekim 2008 Çarşamba

Cogito Ergo Sum 2.0


Descartes yıllar öncesinde yüksek sesle “Düşünüyorum, öyleyse varım” diye haykırdığında kafalar allak bullak olmuştu. Descartes’ın söylemi oldukça makuldü. Fakat söylemin tam tersini düşündüğümüzde, varolmadığımız, bir düş olduğumuz sonucu ortaya çıkıyor. Bu çıkarım hakkında İhsan Oktay Anar “Puslu Kıtalar Atlası” kitabında şu yorumu yapıyor:

“Düşünen bir adamı düşünüyorum...düşündüğümü bildiğim için, ben varım...düşündüğünü bildiğim için, düşlediğim bu adamında var olduğunu biliyorum...böylece o da benim kadar gercek oluyor...bundan sonrası çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor...düşündüğünü düşündüğüm bu adamım beni düşlediğini düşünüyorum...öyleyse gerçek olan biri beni düşlüyor...o gerçek ben ise bir düş oluyorum..."

Var mıyız? Yok muyuz? Düş müyüz değil miyiz? Düşünüyor muyuz ki var olalım? gibi tartışmalara girmeden düşüncenin, düşünmenin ne olduğuna bir bakmak gerekiyor.

Türk Dil Kurumu’nun kara kaplı sözlüğü bize düşünceyi “Dış dünyanın insan zihnine yansıması.” olarak tanımlıyor.

Türk Dil Kurumu’nun tanımı düşünceye dair basit ama üzerinde bir es verilerek durulması gereken bir tanım.



“Dış dünyanın”
yansıması denildiğinde hepimizin dış dünyası, yaşamış olduğumuz deneyimler, gördüklerimiz ve düşünebildiklerimiz kapsamında kalıyor ve birbirinden farklı. Tanım içerisinde dış dünyanın “İnsan zihnine yansıması” ifadesinden dış dünyayı zihnimize yansıtacak bir aynaya sahip olmamız gerektiğini anlıyoruz.

Herkesin aynası, kendi filtreleri ve süzgeçleri ile şekilleniyor, ve bu süzgeçlerden geçerek dış dünya zihmize yansıyor, akabinde de düşüncelerimiz oluşuyor.

Dijital Düşünce’yi ise dijital dünyanın insan zihnine yansıması olarak tanımlayabiliriz. Dijital Düşünce’nin oluşumunda da dijital dünyayı zihnimize yansıtacak bir aynaya ihtiyaç var. Dijital Düşünce oluşumu da aynı şekilde herkesin kendi aynası, kendi filtreleri, dijital dünya görgüsü, süzgeçleri doğrultusunda, kendine göre şekilleniyor. Facebook sosyal ağ platformu “Arkadaşını Ara” sloganı ile ilk piyasaya çıktığında Recep İvedik’in kafasında “manita bulma platformu” olarak konumlanırken, Web 2.0 girişimleri ile ilgilenen Sarp’ın kafasında “incelenmesi gereken bir fırsat” olarak konumlanıyor.


İki farklı kişinin konumlandırmaları arasındaki farklılık, dış dünyayı zihinlerine yansıtan aynadaki farklılıktan kaynaklanıyor.

Twitter’ı kimileri gerçekten mikrobloglama aracı olarak hakkıyla kullanırken, kimileri de kendinin ne kadar iyi bir adam/hatun olduğunu anlatma aracı olarak kullanabiliyor. Başka bir açıdan bakacak olursak, Twitter’ı bazı pazarlama profesyonelleri geçici bir heves olarak algılarken, bazıları da geleceğin dijital kurumlarında iş yapış şekillerini değiştirecek, satışın saha gücü ile pazarlama arasında anlamlı köprüler kurabilecek potansiyeli olan bir araç olduğunu düşünüyor.

Yine tüm bu düşünce farklılıkları, ayna farklılıklarından ortaya çıkıyor.

Daha da önemlisi ne tüketiciler kendi aynaları hakkında ne de pazarlama profesyonelleri tüketicilerin aynaları hakkında derinlemesine düşünmüyorlar.

Dijital çağın iş liderlerinin karşısına çıkan en büyük meydan okumanın derin düşünce eksikliği olduğu ifade ediliyor.

Dijital çağın afilli plazalarındaki modern işyerlerine baktığımızda, tüketicilerden gelen yüzeysel düşüncelerin, verilerin altının kurcalanmadığını, araştırma verilerinin yorumlanırken farklı disiplinlerin getirdiği içgörülerden yararlanılmadığını, tüketici zihnini ilgilendirebilecek konularla ilgili, hayal gücüne dayalı bir düşünme disiplininin olmadığını görüyoruz.

Dolayısıyla, derin düşünce eksikliği, firmaların piyasayı yüzeysel algılamasına, insanların dış dünyayı yansıtan aynalarını iyi analiz edememesine sonuç olarak da ihtiyaçları doğru tespit edememesine yol açıyor.



Doğru tespit edilememiş ihtiyaçlar için araştırma ve geliştirme faaliyetleri yürütülüyor. Üretilen yeni ürünlerin pazarlama iletişimleri de doğru tespit edilmemiş ihtiyaçlar üzerine kurgulanıyor, böylece üretilen ürünlerin yüzde 60 ile 80’ni birinci yılında başarısız oluyor.

Klasik araştırma ya da klasik odak grubu anlayışının ötesine geçilmediğinde tüketiciler gerçek düşüncelerini ortaya çıkarmak için kafa yormuyorlar.

Tüketicilerin çoğu almış oldukları ürünleri markaları, özünde hangi motiv ile aldıklarının farkında değiller.

Alımlar esnasında elbette yüzeysel belli nedenleri var, bunları paylaşabiliyorlar, ancak genellikle olması gerekenleri paylaşıyorlar. Ancak temel alım motivlerinin ortaya çıkarılmasına odaklanılmadı takdirde, motivleri es geçiliyor.

Araştırmalar ve araştırma sonucu çıkan yorumlar fazlasıyla yüzeysel kalıyor. Yüzeysel analizler yüzeysel bir pazarlama anlayışını beraberinde getiriyor.

Aslında “Neden yüzeysel pazarlama yapıyoruz?” sorusunun cevapları arasında pazarlama düşüncesinin nasıl derinleştirilebileceği de yer alıyor.

Yüzeysel pazarlama yapıyoruz, çünkü kısa vadeli düşünüyoruz. Yalnızca bugünü ya da yakın geleceği düşünmek derin düşünmek için zihnimizde alan bırakmıyor, ya da bırakmadığına kendimizi inandırmak kolayımıza geliyor.

Eskimiş pazarlama bilgisini köpürtüp köpürtüp, dijitalleştirip, 2.0, 3.0 ekleyip kullanıyoruz.

Ancak yöntemleri sorgulamıyoruz. Psikolog Drew Westen odak grup çalışmaları ile ilgili şu yorumu yapıyor:

“İnsanlara bilinçdışı süreçlere ilişkin bilinçli sorular sorduğunuzda size kendi teorilerini sunmaktan mutlu olurlar. Ama bu teoriler çoğu zaman yanlıştır.”

Psikologlar bu yorumlar yaparken bizler hala tüketici geribildirimlerini aynen alıyor ve stratejilerimize girdi olarak kullanıyoruz.

Derin düşünebilmek için yeterli zamanı bulamıyoruz. Derin düşünebilmek adına yeterli zaman konusunda gerçek bir yönetici desteğini de arkamızda hissedemiyoruz.

Değişim kavramı bizi ürkütüyor (metatesiofobi: değişim korkusu).

Genel olarak kurumdaki herkes gibi düşünmenin dayanılmaz cazibesine kendimizi bırakıyoruz. Dolayısıyla genel kaide ne ise biz de hemen genel kaideye uyum sağlıyoruz.

Tüketiciler nezdinde yüzeysel farklılıkları ortaya çıkarmanın cazibesine kapılıyoruz.

Farklılıkları vurgulamak bizi yüzeysel konulara yönlendiriyor, tüketici davranışlarına ilişkin önemli dürtülerle ilgili içgörüleri gözden kaçırmamıza yol açıyor. Benzerliklere odaklanmak ise bizi ayrım yaparken kullandığımız temel varsayımları eleştiri süzgecinden geçirmeye zorluyor. Ayrımların kökü ortak yanlarda olduğundan doğru içgörüleri yakalamak için benzerliklere odaklanmanın herdaim başarılı bir çözüm olduğunu unutuyoruz.

Kurumlar bünyelerine çalışanlarını derin düşünmeye sevk edecek anlamlı ödüllendirme sistemleri bulundurmuyorlar.


Çalışanlar da derin düşünmenin o anda yaptıklarından ne kadar farklı olduğunu bilmiyorlarsa, ya da kurumlarında gerçekten de derin düşünen iyi işler çıkaran adamların ödüllendirilmediklerini görüyorlarsa, neden derin düşünsünler ki?

Dijital çağda elimizin altında tonlarca araştırma, tonlarca istatistik bulunuyor. Her yerden her şekilde geribildirimler topluyoruz. Ancak yalnız söylenenlere odaklandığımız sürece her daim düşüncemizde bir eksiklik olacaktır. Yaklaşımımız yüzeysel olacaktır.

Oysaki modern dünyanın pazarlamasında savaşların en derin düzeylerde yapıldığını, derinlerde kazanıldığını ya da kaybedildiğini hiçbir zaman unutmamamız gerekiyor.

Düşündüğünüz kadar varsınız!

Yüce Zerey

Digital Age, Ekim 2008